ORTAÇAĞDA AVRUPADA BİLİM
Eskiçağ ile Yeniçağ arasında kaldığı için Ortaçağ olarak
adlandırılmış olan bu dönemin başlangıç ve bitiş tarihleri kabaca 4. ve 14.
yüzyıllar olarak belirlenmiş ve arada kalan bin yıllık dönem birbirlerinden az
çok farklı özellikler sergiledikleri için üç
kısma bölünmüştür: 4. ve 10. yüzyıllar arası Erken Ortaçağ 11. ve 12. yüzyıllar
arası Yüksek Ortaçağ ve nihayet 13. ve 14. yüzyıllar arası ise Geç Ortaçağ
olarak adlandırılmaktadır.
Ortaçağ düşüncesinin belirgin özelliklerinden birisi, dinî
öğretilere dayanan dinsel bakışın ön plana çıkmasıdır; ancak düşüncede
dinîleşme Yahudilik ve Hıristiyanlık gibi dinlerin ortaya çıkması veya
güçlenmesi ile başlamamıştır; kökleri Hellenistik Dönem ve Roma Dönemi
felsefelerine ve özellikle de Yeni Platonculuk’a ve Stoacılık’a kadar geri
götürülebilir.
Yunan düşüncesinde böyle bir eğilimin güçlendiği yıllarda
Hıristiyanlık’ın doğması ve yayılması, öyle anlaşılmaktadır ki düşüncede
dinîleşme sürecine büyük bir ivme kazandırmış
ve Hıristiyanlık’ın Romalılar tarafından resmî bir din olarak benimsenmesi
sonucunda dinî düşünce dinî olmayan düşünceyi giderek etkisiz hale getirmiştir.
Hıristiyanlık’ın ortaya çıktığı yıllarda, iki farklı dünyanın, yani Sâmî Dünyası ile Yunan-Roma Dünyası’nın dinî ve felsefî
birikimlerinin uzlaştırılması gerekmiştir; aslında bu, inançlılar açısından
bakıldığında kaçınılmaz bir görevdir; çünkü Roma İmparatorluğu’nu oluşturan bu iki
önemli geleneği, uygun bir biçimde kaynaştırmadan toplumsal
düzeni sağlamak ve dolayısıyla kamusal yönetimi sorunsuz bir biçimde
gerçekleştirmek olanaklı değildir. Burada baskın olan veya süreç içerisinde
baskınlaşan birikim, Sâmî Dünyası’nın
birikimidir; bu nedenle Yunan-Roma birikimi,
olduğu gibi benimsenmemiş, Hıristiyanlık’ın ilkeleri ile bağdaşabilen veya
bağdaşmasa da bağdaşırmış gibi gösterilebilen Platon ve Aristoteles felsefeleri
kısmen alınmış, diğerleri ise atılmıştır.
Düşüncede dinîleşme sürecinin sonunda, Eskiçağ’ın ilk dönemlerinde
yürürlükte olan “doğru bilgi arayışı”, son dönemlerinde ve bütün Ortaçağ’da
yerini “doğru davranış arayışı”na bırakınca, ister istemez bilimsel etkinlik ve
buna bağlı olarak bilim de değerini ve önemini yitirmiştir; çünkü şurası
açıktır ki bilimsel etkinliğin ürünü olan bilimsel bilgi, praxis ile ilgili
değil, theoria ile ilgilidir ve dolayısıyla bir insanın nasıl davranması
gerektiğine ilişkin herhangi bir yargı içermez.
Ortaçağ’da bilim, çeşitli nedenler yüzünden ve en çok da
yukarıda belirtmiş olduğumuz neden yüzünden Batı Dünyası’nda eski değerini yitirmiştir
ama tamamen unutulmamıştır; bilimin unutulması veya tarihin herhangi bir döneminde herhangi bir
toplum içinde tamamen işlevsiz kalması olanaksız görünmektedir; çünkü hem insan
aklının işleyiş biçimi ve hem de insan toplumlarını gündelik gereksinimlerini
gidermeye yönelik eylemleri, şu veya bu biçimde, şu veya bu miktarda bilimsel
etkinliği kaçınılmaz kılmaktadır.
Ortaçağ’da da böyle olmuş, Yunanlıların bilimsel bilgi birikimlerinin hiç değilse bir kısmı, Yedi Özgür Sanat içine giren Quadrivium (Dörtlü: aritmetik, geometri, astronomi ve müzik) dersleri arasında manastır ve kilise okullarında okutulmuş ve öğretilmiştir; ancak Batı Dünyası açısından bakıldığında, bilimsel bilgi birikimine önceki ve sonraki dönemlere nispetle önemli bir katkıda bulunulmadığı ve bilinenlerin büyük bir kısmının tamamen unutulduğu da doğrudur.
Ortaçağ’da da böyle olmuş, Yunanlıların bilimsel bilgi birikimlerinin hiç değilse bir kısmı, Yedi Özgür Sanat içine giren Quadrivium (Dörtlü: aritmetik, geometri, astronomi ve müzik) dersleri arasında manastır ve kilise okullarında okutulmuş ve öğretilmiştir; ancak Batı Dünyası açısından bakıldığında, bilimsel bilgi birikimine önceki ve sonraki dönemlere nispetle önemli bir katkıda bulunulmadığı ve bilinenlerin büyük bir kısmının tamamen unutulduğu da doğrudur.
Ortaçağ’da din, felsefe ve bilim alanlarındaki düşünsel
etkinlikler, kutsal kitaplar ile otoritelerin yapıtları tarafından
yönlendirilmiştir ve Özellikle Aristoteles’e karşı büyük bir güven duyulmuş ve
akıl ve inanç uzlaştırmasına yönelik çalışmalarda Platon’dan ziyade Aristoteles
muhatap olarak görülmüştür. Albertus Magnus ile öğrencisi Thomas Aquinas gibi
son dönem Hıristiyan felsefesinin önde gelen iki büyük ismi ise
Aristotelesçidir ve Katolik Kilisesi’nin resmî felsefesini oluştururken bu
filozofun izinden gitmişlerdir.
Ortaçağ’ın son dönemlerinde Aristoteles mantık ve doğa
bilimlerinde bir otorite olarak görülmüş ve değerlendirilmiş ve bilimsel
araştırma, Aristoteles’in yapıtları üzerinde veya bu yapıtlarda betimlenmiş
olan kuramlar çerçevesinde yürütülmüştür. Gökbilim ve evrenbilimde
Ptolemaios’un, insanbilimlerinde ise Galenos’un otoritesi tartışılmazdır.
Ortaçağ Hıristiyan Dünyası’nı
anlatırken çok sık kullanılan skolastik, yani scholasticus terimi, Latince
schola (okul) sözcüğünden gelmektedir ve “okulcu” anlamını taşımaktadır.
Ortaçağ’daki bütün düşünsel etkinlikler, bu sıfatla nitelendirilmiştir; çünkü
bu etkinlikler, Ortaçağ’da ruhbanları yetiştiren manastır ve katedral okullarında
yürütülmüş ve geliştirilmiştir.
Dinî, felsefî ve ilmî etkinlikleri yönlendiren Skolastik Yöntem,
bir Fransız düşünürü olan Petrus Abaelardus’un Sic et Non (Evet ve Hayır) adlı
yapıtında açık bir biçimde anlatılmıştır. Ona göre, bu yöntemde din ve felsefe otoritelerinin
düşünceleri karşı karşıya getirilir; uzlaştıkları ve uzlaşmadıkları noktalar
belirlenir ve sonra da otoritelerin aslında uzlaşmakta oldukları gösterilmeye
çalışılır.
Bu uzlaştırma işlemi, gerçekte pek de kolay değildir; aynı konuyu
açıklamaya çalışan uzlaşmaz görüşler karşısında, Ortaçağ düşünürleri çoğu kere
çaresiz kalmışlardır; meselâ Evren’in yaşı sorununu ele alalım: Acaba Evren,
Aristoteles’in belirttiği gibi ezelî ve ebedî midir, yoksa kutsal kitapların
bildirdiği gibi belirli bir anda Tanrı tarafından 7 gün içinde yaratılmış
mıdır? Bu iki görüşü, birbirleriyle uzlaştırmak olanaksız gibi görünmektedir;
öyleyse bunlardan biri veya diğeri seçilmelidir; ama hangisi seçilecektir?
Çünkü hangisi seçilirse seçilsin, seçilmeyenin inandırıcılığı ve otoritesi
sarsılacaktır. İşte Ortaçağ düşünürleri, en büyük düşünsel sıkıntıları ve
bunalımları, uzlaştırma ilkesini benimsemiş olmalarına rağmen, bu tür uzlaşmaz
görüşlerle karşılaştıklarında yaşamışlardır.
Ortaçağ düşüncesi, bütüncüldür; yani anlamlandırma girişimlerini,
varlığın belirli bir bölümüne veya belirli bölümlerine değil, bütün varlığa
yöneltmiştir; Tanrı ya bütün varlığın yaratıcısı ve yöneticisi (varoluş nedeni)
ya da bütün varlığın bizzat kendisi olarak algılandığından, düşünsel araştırmaların
konusunu, doğrudan doğruya Tanrı oluşturur.
1. Erken Ortaçağ
Romalıların dini çok tanrılı, ilkel bir dindi ve Romalılar, bir
kimsenin birkaç dine birden girmesinde hiçbir sakınca görmüyorlardı. En önemli
tanrıları, bir savaş tanrısı olan Mars’tı; bir savaş kazandıklarında bu Tanrı
için törenler düzenlenir ve bütün Roma halkı bu törenlere katılırdı.
Hıristiyanlık Ortadoğu’da ortaya çıktı ve kısa bir süre içinde,
yerel dinler için büyük bir tehlike oluşturmaya başladı; çünkü Hıristiyanların
başka bir dine girmeleri yasaktı ve bu yasak, Roma İmparatorluğu’nun birlik ve
bütünlüğünü bozuyordu. İşte bu nedenle Hıristiyanlık’ı kabul edenler, önceleri
tutuklandılar; büyük işkencelere uğradılar; ancak Hıristiyanlık, yüzlerce
yıldan beri ihmal edilmiş olan yoksul kitleler arasında süratle benimsendiği
için yayılmasını sürdürdü.
Diğer taraftan, Roma İmparatorluk’u, bir çöküş süreci içine girmiş
ve Kuzey’den gelen kavimlerin saldırıları sonucunda siyasî gücünü yitirmeye
başlamıştı. Yöneticiler, devleti kurtarmak için, bir süre sonra Hıristiyanlarla
anlaşmak mecburiyetinde kaldılar ve İmparator Konstantin, 312 yılında
Hıristiyanlık’ı Roma’nın resmi dini olarak kabul etti. 326′da, İmparatorluk’un
başkentini, Roma’dan Byzantion’a taşıdı ve sonradan Konstantinopolis (İstanbul)
adıyla tanınan bu şehirde yeni bir medeniyet merkezinin temellerini attı.
Bu tarihten sonra, Yunan ve diğer Ortadoğu dinlerinin direnmesine
rağmen, Kilise gittikçe genişledi ve güçlendi; ancak birtakım hizipler
birliğini ve bütünlüğünü tehlikeye sokuyordu. Tevhid ve teslis inançlarıyla
ilgili olarak farklı görüşler ortaya çıktı.
İsa’nın doğasına ilişkin tartışmalar zaman içinde daha da gelişmiş
ve sonuçta birbirlerine karşıt görüşler ortaya çıkmıştır. Hıristiyanlık
bölünmeye başladı.
Büyük bir gelişme göstermiş olan Hellenistik bilimi ve felsefesi
karşısında, kendi inançlarını savunmanın güç olduğunu gören Hıristiyan din
adamları, Yunan uygarlığının kalıntılarını silmeye çalıştılar. Hoşgörüden
yoksun Kilise Babaları, kendi alanlarının dışına çıkarak, Hıristiyanlık adına
bilim ve felsefeye saldırdılar ve din, bilim ve felsefe çatışmalarına yol
açtılar. Doğaya yönelik araştırmalarında, akıl ve bilimin rehberliği yerine
Kutsal Kitab’ın rehberliğine sığındılar; meselâ Yunan astronomlarının yüzyıllar
boyunca oluşturdukları bilimsel bilgi birikimini bir yana iterek, Yeryüzü’nün
bir tepsi gibi düz olduğuna ve yarımküre veya çadır biçimindeki Evren ile
çevrelendiğine inanmaya başladılar.
Tedavi amacıyla hastaneler açmışlar; ancak bilimsel tedavi
unutulmuş ve bunun yerini dinî tedavi almıştır. Din adamları, kutsal bir güce
sahip olduklarını ve dua yoluyla hastaları iyileştirebileceklerini
savunmuşlardır.
Yeterince güçlendikten sonra, Yunan bilimini temsil eden kişilere
ve kurumlara yöneldiler. Hypatya adlı bir kadın matematikçiyi, İskenderiye
Kilisesi’nde öldürdüler (415) ve İskenderiye Kütüphanesi’ni yaktılar. Daha
sonraki yüzyılda ise Yunan bilim ve felsefesinin son ışığı olan Akademi’yi
kapattılar (529).
2. Yüksek Ortaçağ
Bu dönemin bilim tarihi açısından en önemli gelişmeleri,
üniversitelerin ve bilim ve felsefe ile yakından ilgilenen tarikatların
kurulmuş olmasıdır.
*Üniversitelerin Kuruluşu
Dokuzuncu ve on ikinci yüzyıllar arasında yüksek eğitim ve
öğretim, katedral okullarında yapılıyor ve papazlar tarafından yürütülüyordu;
Skolastik Düşünce bu okullarda üretilmiş; on ikinci yüzyıl sonlarında
üniversiteler ortaya çıkıncaya kadar bu okullar Batı’daki en önemli kültür
merkezleri konumunda olmuşlardır. Bilimsel konulara karşı entelektüel ilgi
buralarda oluşmuş ve çeviri etkinliğine bağlı olarak gitgide gelişmiştir.
buralarda oluşmuş ve çeviri etkinliğine bağlı olarak gitgide gelişmiştir.
Eski bilgeliğe karşı duyulan saygı büyük bir şekilde artmıştır;
ancak, zamanla bu dinî eğitim ve öğretim kurumları eski önemlerini yitirdiler
ve bunların yerine başka bir kurum ortaya çıktı.
1000 yılında, İtalya’nın Bologna şehrinde, hukuk öğrenmek isteyen
öğrenciler, kendilerine bir çeşit öğrenci loncası kurdular ve bu loncaya da
Universitas adını verdiler; bir yüzyıl sonra, Bologna Üniversitesi’ne tıp ve
felsefe fakülteleri de eklendi.
Bu üniversiteyi, Oxford, Cambridge, ve Paris Üniversiteleri
izledi. Her üniversite, ilâhiyât, kilise hukuku, tıp ve genel meslekler olmak
üzere dört bölümden oluşmuş ve öğretim üyeleri yine din adamları olmuştur.
Hemen tüm programlarda dersler iki ana guruba ayrılmıştır: birinci grup Trivium
(Üçlü) olarak adlandırılır ve gramer, retorik ve diyalektikten oluşur; ikinci
grup ise Quadrivium (Dörtlü) olarak isimlendirilir ve aritmetik, geometri,
müzik ve astronomiden oluşur. Daha sonra, bu bölümlere, felsefe ve mantığın
yüksek kısımları da ilave edilmiştir.
*Fransisken ve Dominiken
Tarikatları
Bu dönemde, üniversitelerin yanısıra, bilimin gelişimini büyük
ölçüde etkilemiş olan iki manastır düzeninin, yani tarikatın da ortaya çıktığı
gözlenmektedir. 1209′da Fransisken Tarikatı (Gri Kardeşler), 1215′de ise Dominiken
Tarikatı (Siyah Kardeşler) kurulmuştur. Başlangıçta her iki tarikat da dinsel
amaçlara sahiptir; ancak giderek birincisi bilime, ikincisi ise felsefeye
yönelmiştir.
Bilimin gelişmesinde özellikle Fransiskenlerin büyük bir rolü
olmuştur. Bunlardan Robert Grosseteste ve John Peckham daha çok fizikle
ilgilenmişler ve büyük Müslüman optikçisi İbnü’l-Heysem’i izleyerek optik
üzerine çeşitli yazılar yazmışlardır.
*On İkinci Yüzyıl
Rönesans’ının Doğuşu ve Etkileri
Sekizinci ve dokuzuncu yüzyıllarda Müslümanlar, Yunanlıların
bilimsel bilgi birikimlerinin büyük bir bölümünü Arapça’ya aktarmışlar ve
yapmış oldukları çalışmalarla bu birikime önemli katkılarda bulunmuşlardır.
Hıristiyanlar ise, uzun bir süreden beri içlerine kapanmışlar ve Dünyevî
sorunların çözümünde gelişmemiş ansiklopedik bilgilerle yetinmeyi yeterli
görmüşlerdir. Bu arada bazı çeviriler yapmışlar, ama bunlar nicelik ve nitelik
itibâriyle bir Hıristiyan Uyanışı’nı gerçekleştirebilecek düzeye ulaşmamıştır.
Bilime ve doğaya yönelmeleri için uyarılmaları gerekmiş ve bu uyarılma süreci
ise çeviriler yoluyla başlamıştır.
On birinci ve on ikinci yüzyıl başlarında özellikle bilim ve
felsefeye olan ilgi yoğunlaştıkça, geleneksel öğretinin yetersiz olduğu görüşü
hâkim olmuş ve bilim adamları geçmişin mirasına ulaşmak için harekete
geçmişlerdir. On ikinci yüzyıl boyunca Arapça’dan Latince’ye yoğun bir şekilde
çeviriler yapmışlar ve on üçüncü yüzyılda İslâm biliminin ve felsefesinin
önemli bir bölümünü Latince’ye kazandırmışlardır.
On ikinci ve on üçüncü yüzyıllarda yapılmış olan bu çeviriler olmasaydı, Ortaçağ zihniyeti aşılamaz ve on yedinci yüzyıldaki Bilim Devrimi gerçekleştirilemezdi. Ancak, bu çeviriler sonucunda aktarılan bilimsel bilgi birikimi o denli büyük olmuştur ki ilkin özümsenmesi gerekmiş ve bu özümseme işlemi bütün on üçüncü ve on dördüncü yüzyıllar boyunca sürmüştür.
On ikinci ve on üçüncü yüzyıllarda yapılmış olan bu çeviriler olmasaydı, Ortaçağ zihniyeti aşılamaz ve on yedinci yüzyıldaki Bilim Devrimi gerçekleştirilemezdi. Ancak, bu çeviriler sonucunda aktarılan bilimsel bilgi birikimi o denli büyük olmuştur ki ilkin özümsenmesi gerekmiş ve bu özümseme işlemi bütün on üçüncü ve on dördüncü yüzyıllar boyunca sürmüştür.
Öyleyse, Müslümanlar yalnızca bilimsel düşünce geleneğini
korumakla ve sürdürmekle kalmamışlar, bu düşüncenin Avrupa’da yeniden
canlanmasında da etkin bir rol oynamışlardır.
On ikinci yüzyıl aslında bir geçiş çağıdır ve bu çağda Akdeniz’i çevreleyen İslâm, Hıristiyan ve Yahudi Dünyaları önceki yüzyıllara oranla çok daha sıkı bir bağ kurmuşlar ve birbirlerini karşılıklı olarak etkilemişlerdir; ancak bu dünyalar arasında en belirleyici ve en etkin olanı kuşkusuz ki İslâm Dünyası’dır; diğerleri sürekli olarak onu sömürmeye ve ondaki bilgileri ve becerileri kendi bünyeleri içine alarak sindirmeye çalışmışlardır. Bu uğraş o kadar canlıdır ki bu nedenle bilim tarihçileri bir 12. Yüzyıl Rönesans’ından söz ederler.
On ikinci yüzyıl aslında bir geçiş çağıdır ve bu çağda Akdeniz’i çevreleyen İslâm, Hıristiyan ve Yahudi Dünyaları önceki yüzyıllara oranla çok daha sıkı bir bağ kurmuşlar ve birbirlerini karşılıklı olarak etkilemişlerdir; ancak bu dünyalar arasında en belirleyici ve en etkin olanı kuşkusuz ki İslâm Dünyası’dır; diğerleri sürekli olarak onu sömürmeye ve ondaki bilgileri ve becerileri kendi bünyeleri içine alarak sindirmeye çalışmışlardır. Bu uğraş o kadar canlıdır ki bu nedenle bilim tarihçileri bir 12. Yüzyıl Rönesans’ından söz ederler.
Öyleyse, bu dönemde büyük bir yeğinlik ve yoğunluk kazanan Batı
Ortaçağ Dünyası’ndaki düşünsel uğraşının en temel özelliği bilime katkı değil,
çeviriler yolu ile eski ve yeni kültürlerin aktarılmasıdır. Batı kültürünü
oluşturan ilmî ve felsefî bilgiler, Batılıların yapmış oldukları araştırmaların
bir sonucu değil, Arapça’dan yapılan çevirilerin bir sonucudur.
3. Geç Ortaçağ
Bu dönemin en önemli çalışmalarının hareket fiziği ile ilgili
olduğu görülmektedir; Aristoteles’in hareket kuramı tartışılmış ve doğruluğu
matematiksel yoldan kanıtlanmaya çalışılmıştır.
a. Doğa Ve Bilgi Felsefesi
Hıristiyanlığın ortaya çıkışından sonra din-bilim çatışması
gündeme gelmiş ve Yunan ve Roma Dönemlerindeki bilimsel çalışmalar kesintiye
uğramıştır. Augustinus, Albertus Magnus, Thomas Aquinas gibi Hıristiyan
düşünürlerinin amacı Yunan bilgi birikimi ile Kitab-ı Mukaddes’teki bilgi
birikimini uzlaştırmak ve kaynaştırmak olmuştur. Böylece doğal nesneler ve
olgular açıklanırken doğaüstü güçleri kullanma eğilimi yeniden ortaya
çıkmıştır.
*Albertus Magnus
Albertus Magnus (1207-1280) Dominiken tarikatına girmiş ve
Aristoteles’i ve Fârâbî, İbn Sînâ, İbn Rüşd ve İbn Tufeyl gibi Müslüman
filozofların Aristoteles felsefesine ilişkin yorumlarını öğrenmiştir; daha
sonra bu yorumlara dayanarak Hıristiyan inançlarıyla bağdaşabilecek yeni
yorumlar getirmiştir. Felsefe sorunlarını akılla çözmeye çalışırken Kutsal
Kitap’la çatışmamaya ve dolayısıyla inançla çelişmemeye büyük bir özen
göstermiş ve bu yaklaşımıyla öğrencisi Thomas Aquinas’ı büyük ölçüde
etkilenmiştir. Albertus Magnus’un Platon’dan çok Aristoteles’in felsefesini
seçmiş olması tesâdüfî değildir ve bu seçimi, özellikle İbn Rüşd gibi Müslüman
filozofların etkisi ile açıklamak olanaklıdır.
Albertus Magnus’a göre, biri akıl ve öbürü ise inanç için doğru
olan ve birbirleriyle çelişen iki doğru yoktur; gerçekten doğru olan her şey,
büyük bir uyum içinde birleşmiştir.
Birçok bilimle ilgilendiği için Doctor Universalis (Evrensel
Bilgin) lâkabıyla tanınan Albertus Magnus, kimya alanında da çalışmış, nitrik
asidin madenler üzerindeki etkisi ve altının arıtılması gibi kimyevî konuları
incelemiştir; ayrıca astronomi ve biyoloji ile de ilgilenmiştir.
Albertus Magnus biyoloji alanındaki çalışmalarında kelime kelime
Aristoteles’in Arapça çevirilerini izlemiş ve bunlar üzerinde yorumlar
yapmıştır; kendisine özgü gözlemler ve saptamalar da bulunmaktadır. Hayvanlar
Hakkında adlı eserinde kuş ve balıkların kan damarlarının dağılımı konusunda
Aristoteles’in verdiği bilgilerden ayrılmıştır. Yumurtadan itibaren embriyonun
gelişmesini anlatırken, organların sırasıyla nasıl şekillendiğini, göbek
kordonu denen yapının yerini gelişim süreci içinde hangi damarın aldığını açık
ve seçik bir şekilde anlatmıştır.
Bitkilerle de ilgilenmiş ve bu konuya ilişkin Bitkiler Hakkında
adlı bir eserinde, ana çizgileriyle bitki betimlemeleri yapmıştır. Bir ara
İtalya’ya giden Albertus Magnus orada portakal ağacını görmüş, bundan çok
etkilenmiş ve özellikle portakal yapraklarını ayrıntılı bir biçimde tanıtmıştır.
* Thomas Aquinas
Aziz Thomas Aquinas., (1225-1274). Katolik Kilisesi’nin resmî
öğretisini kuran Aquinas, kutsal olan ve kutsal olmayan bilgilere akılcı bir
temel aramış ve Summa Contra Gentiles (Kafirlere Karşı) adlı eserinde, Müslüman
düşünürlerden İbn Rüşd gibi, bilginin iki kaynağı bulunduğundan söz etmiştir;
bunlardan birisi inanç, diğeri ise akıldır. İnanç, Kutsal Kitap’tan, akıl ise
düzenlenmiş ve yorumlanmış duyu verilerinden beslenir ve her ikisinden üretilen
bilginin dayanağı Tanrı’dır. Tanrı kendi kendisi ile çelişmeyeceğine göre, bu
iki bilginin birbirleriyle bağdaşır olması gerekir; yani Platon ve Aristoteles
felsefelerini Hıristiyan dini ile uzlaştırmak olanaklıdır; böylece Skolastik
Düşünce’nin temelleri atılmış ve inanç ile akılın bağdaşabileceği düşüncesi bu
dönemde kesin bir biçimde oluşturulmuş olmaktadır.
* Johannes Kepler
1571′de Almanya’da doğan Kepler, çağdaş astronomisinin
kurucusudur. İlkin teoloji eğitimi almış, daha sonra astronomi ve matematiğe
yoğun ilgi duymuş ve matematik profesörü olmuştur. 1599′da Brahe’nin daveti
üzerine, Brahe’ye yıldız tablolarının hazırlanışında yardım etmek üzere Prag’a
gelmiş ve 1601′de Brahe’nin ölümü üzerine saray astronomu olarak göreve
başlamıştır.
Brahe ölmeden önce, o güne kadar yapmış olduğu bütün gözlem
kayıtlarını Kepler’e bırakmıştı. Kepler Brahe’nin gözlem kayıtlarını inceledi
ve astronomik tablolardan bir anlam çıkarmaya çalıştı; bütün bu çalışmalarında
Copernicus sistemini temele aldı. Kepler, bu konuda, bilinen her şeyi kapsayan
ve bunlar arasında mutlak bir uyum sağlayan bir sistemin varolması gerektiğini
düşünmüş ve Brahe’nin gözlemlerinden yararlanarak, bıkıp usanmadan, tekrar
tekrar yaptığı hesaplar sonucunda, gezegenlerin dairesel yörüngeler üzerinde ve
muntazam hızla dolandıkları temel prensibini terk etmiş ve ünlü üç kanununu
ortaya koymuştur. Bu nedenle Kepler, modern gök mekaniğinin kurucusu olarak
bilinir.
Brahe’nin gözlem kayıtlarını inceleyen Kepler, kristal kürelerin
varolmadığını savunmuştur. Kristal küreler olmadığı takdirde, gezegenlerin
hareketlerini açıklayacak yeni bir gök fiziği kurmak gerekiyordu. İşte bu,
Kepler’le başlayan ve Galilei ve Newton’la son bulan bir süreçle başarılmıştır.
b. Tıp
Bu dönemde, özellikle Geç Ortaçağ’da yazılan eserlerde Hıristiyan
dogmaların etkin olduğunu söylemek olanaklıdır. Hastalıkların tedavisinde
dinsel ve sihirsel öğeler ağırlık kazanmış ve ilaçların yanı sıra dua da büyük
ölçüde kullanılmıştır